Doç. Dr. Çağlar ERBEK
Vahşi
kapitalizmin açtığı en derin yara ekonomik değildir; ontolojiktir. Bu
düzen insanın neye sahip olduğunu değil, ne olduğunu kemirdi. İnsan
artık yoksullaşmadı sadece; anlamsızlaştı.
Bu çağda
insan kendini dünyaya ait hissetmiyor. Dünyaya fırlatılmış, ama dünyayla bağ
kurmaktan korkan bir varlığa dönüştü. Hayat, ortak bir anlam alanı olmaktan
çıktı; bireysel hayatta kalma projelerinin toplamına indirgendi. Böylece insan,
başkalarıyla birlikte var olan bir “özne” olmaktan çıkıp, tehdit algısıyla
yaşayan bir birey hâline geldi.
Önce insani
değerlere savaş açıldı. Ama bu savaş gürültülü değildi. Sessizdi. Merhamet
“yük”, sadakat “risk”, güven ise “akılsızlık” ilan edildi. İnsan, yavaş yavaş
kendine yabancılaştırıldı. Artık erdem, bir ahlaki duruş değil; pahalı bir lüks
gibi görülüyor.
Toplum
kalabalıklaştı ama varlık inceldi. İnsanlar çoğaldıkça, insan olmak zorlaştı.
Aynı apartmanda yaşayanlar birbirine temas etmiyor, aynı masada oturanlar
birbirinin varlığını hissetmiyor. Çünkü bu çağda temas, kırılganlık demek.
Kırılganlık ise kaçınılması gereken bir kusur gibi sunuluyor.
Oysa insan,
kırılgan bir varlıktır. Bu bir eksiklik değil, varoluşun kendisidir. Ama
bugünün dünyası insana şunu öğretiyor: “Kırılma, bağlanma, hissetme.”
Böylece insan, acıdan kaçarken kendini askıya alıyor.
Ekonomik
eşitsizlik yalnızca maddi uçurumlar yaratmadı; anlam uçurumları yarattı.
Bazıları hayatı bir proje gibi planlayabilirken, bazıları sadece sürükleniyor.
Bu sürükleniş hâli, insanı en çok yoran şeydir. Çünkü insan acıya katlanabilir;
ama anlamsızlığa dayanamaz.
Ve sonra şu
düşünce yerleşti zihnimize:
İnsanlara fazla değer vermek ahmaklıktır.
Güvenmek saflıktır.
Bağlanmak zayıflıktır.
Böyle bir
dünyada insan kendini kapatmayı öğreniyor. Terk edeni kovalamamayı, istemeyeni
istememeyi, anlamayanla bağını kesmeyi. Bunlar ilk bakışta sağlıklı sınırlar
gibi görünür. Ama mesele şurada düğümlenir: Bu sınırlar bizi korurken, bizi
kimden mahrum bırakıyor?
İnsan,
kendini her şeyden sakındıkça hayatta kalabilir. Ama bu hayatta kalış, varoluş
değildir. Çünkü varoluş, risk almadan gerçekleşmez. Sevmek, incinmeyi göze
almaktır. Güvenmek, aldatılma ihtimalini kabul etmektir. Bağlanmak, kaybetmeyi
yazgıya eklemektir.
Bugün insan,
acıyı değil; anlamsızlığı büyütüyor. Acıyı yönetmek yerine, duyguyu
iptal ediyor. Oysa acı, başlı başına yıkıcı değildir. Yıkıcı olan, acının neden
çekildiğini bilememektir.
İnsan,
kendini tamamen koruduğu noktada artık yaşamıyordur; erteliyordur.
Hayatı, “daha sonra” yaşamak üzere askıya alıyordur. Ama varoluş ertelenmez.
İnsan ya seçer ya sürüklenir. Ve sürüklenen insan, farkında olmadan kendi
yokluğunu inşa eder.
Belki de bu
çağda asıl soru şudur:
Daha az acı çekmek mi istiyoruz, yoksa gerçekten var olmak mı?
Çünkü var
olmak, konforlu değildir. Var olmak, sorumluluk ister. İnsan, kendi
seçimlerinin yükünü taşımak zorundadır. Kimseye bağlanmamayı seçen de bir seçim
yapmıştır. Ama bu seçim, insanı özgürleştirmez; boşlukta askıya alır.
Bu yüzden
bugün en radikal tutum, sertleşmek değildir.
En radikal tutum, bu anlamsızlık çağında bilinçli bir biçimde insan kalmayı
seçmektir.
Çünkü insan,
güvenli olduğu yerde değil; anlamın bedel istediği yerde var olur.
