Soğuk Savaş’ın bitişi, pek çok Batılı düşünür ve siyasetçiye tarihin artık tek yönlü akacağına dair büyük bir iyimserlik verdi. Berlin Duvarı’nın yıkılışı sadece Almanya’nın birleşmesini değil, Batı’nın ideolojik zaferini de simgeliyordu. Francis Fukuyama’nın o meşhur “Tarihin Sonu” tezi bu ruh halinin kitabeye kazınmış haliydi. Liberal demokrasi ve piyasa ekonomisinin evrensel kader olduğu, dünya artık tek kutuplu bir düzen içinde yola devam edecekti.
Aradan geçen otuz yıl bu iyimserliğin bir hayal olduğunu gösterdi. Ukrayna’daki savaş, Batı’nın tek kutuplu düzen kurgusunun çöktüğünü ilan etti. Ancak bu çöküş yalnızca askeri veya siyasi düzeyde değil; aynı zamanda kültürel bir kriz anlamına geliyor. Çünkü Batı, kendi değerlerini evrenselmiş gibi tüm dünyaya dayattıkça, farklı kültürler kendi kimliklerini savunmak için ayağa kalktı.
Kültür ile Din Arasında İnce Dengeler
Burada din ve kültürün ilişkisine bakmak gerekiyor. Teolog Friedrich Gogarten, “Din kültürün bir parçası olamaz, tam tersine tüm kültürü sorgulamalıdır” diyordu. Paul Tillich ise bunun aksini savunmuş, “Din kültürün özü, kültür ise dinin biçimidir” diye yazmıştı. İki yaklaşım da bize şunu hatırlatıyor: din ve kültür, birbirinden ayrılamaz bir diyalog içindedir. Biri kriz yaşadığında diğeri de sarsılır.
Bugün Ukrayna’da kiliselere getirilen yasaklardan tutun da Batı’da dinin kamusal alandan dışlanmasına kadar pek çok örnek, kültürel krizin dini de içine çektiğini gösteriyor. Batı’nın laiklik anlayışı da bu noktada bir dönüşüm geçiriyor: tarafsız bir “laïcité” anlayışından, dinle aktif mücadele eden bir “laïcisme” çizgisine kayılıyor.
Negatif Diyalektik: Tarihin Sonu mu, Başlangıcı mı?
Adorno’nun “negatif diyalektiği” bu krizleri anlamak için önemli bir kavram. Adorno’ya göre hakikat, çelişkilerin içinden çıkar; hiçbir zaman hazır bir senteze indirgenemez. Batı’nın tarihin sonunu ilan etmesi de işte bu yüzden çöktü: çünkü dünyadaki farklılıkları bastırıp tek bir model dayattı.
Bugünse tarihin sonuna değil, yeni bir başlangıcına tanıklık ediyoruz. Çok kutupluluk, tarihin bittiğinin değil, yepyeni diyalektiklerin başladığının işareti. Dünyanın farklı bölgelerinde yükselen kültürel, dini ve felsefi sesler, Batı’nın tek sesli korosunu bozuyor.
Doğu’dan Yükselen Ses: Tanabe ve Metanoetik Düşünce
Japon filozof Tanabe’nin geliştirdiği “metanoetik” düşünce bu noktada ilginç bir örnek sunuyor. Ona göre insan, benliğini Tanrı’nın yerine koyduğu sürece hakikatten uzaklaşır. Çözüm, “zange” yani tövbe ile kendini reddetmek ve yeniden doğmaktır. Bu yaklaşım, Hristiyan mistisizminin “hiçlik” üzerinden Tanrı’ya ulaşma anlayışıyla şaşırtıcı bir şekilde örtüşür.
Bir yanda Batı’nın rasyonalist mirası, öte yanda Doğu’nun mistik geleneği... İkisi de aynı noktada buluşuyor: insan, kendini mutlaklaştırdığı anda kriz başlıyor. Gerçek özgürlük ise, kendi benliğini aşabilmekten geçiyor.
Küresel Gelecek: Tek Ses Yerine Çok Ses
Bugün dünya iki yol ayrımında: ya tek tip bir insanlık hayali peşinde koşup yeni krizler doğuracak ya da farklılıkların bir arada var olabileceği çok sesli bir düzen inşa edecek. Batı’nın tek kutuplu hayali çöktü, ama bu çöküş bir boşluk değil, yeni bir fırsat.
Belki de asıl mesele, tarihin sonunu yazmak değil; tarihin birlikte yazılacağı yeni bir başlangıcı mümkün kılmak. Bunun yolu da dini, kültürel ve felsefi çoğulluğu kabul etmekten geçiyor. Çünkü insanlık tek bir sesle değil, çok sesle nefes alabiliyor.