Doç. Dr. Çağlar Erbek
İnsan göğe ilk baktığında, sadece yıldızları değil;
kendini de gördü.
Zamanla bu bakış, bir duaya,
duası ise bir dine dönüştü.
İşte o ilk bakışın adıydı Tengri.
Tengricilik bir inançtan fazlasıydı;
bir halkın göğe açılan sesiydi.
Her dağın zirvesi onun mabedi,
her rüzgâr onun nefesiydi.
Sümer tabletlerinde “Dingir” diye yazılan,
Altay’da “Tengri” diye çağrılan aynı kutsal boşluktu belki.
Sınırsız, şekilsiz, ama her yerde var.
Zaman aktı, halklar çoğaldı.
Yeni isimler doğdu.
Hepsi farklı coğrafyalarda, aynı göğün altında aynı şeye dokunmak istedi:
Anlam.
Tengri, yalnızca göğün sahibi değildi;
kağanların gölgesiydi,
devletin meşruiyetiydi,
yasanın arkasındaki suskun otoriteydi.
Cengiz Han dua ederken başını göğe kaldırırdı,
Çin imparatorları “Cennet’in Oğlu” olduklarını ilan ederdi.
Göğün mektubu farklı dillerde yazılırdı ama mühür hep aynıydı.
Yakut bozkırlarında ise Ay inancı doğdu.
Bir halk, kendi tanrısını buldu:
Ürüng Ar Toyon.
Gökte parlayan bir yıldız değil;
yeryüzünde halkını birleştiren bir baba figürü.
İnanç, artık yalnızca ruhsal değil;
siyasi bir bağ,
toplumu birleştiren bir çimento haline geldi.
Tengricilik, göçebelerin manevi pusulasıydı.
Ay dini, yerleşen halkların aidiyet haritası.
Biri geçmişin derinliğinden gelen,
diğeri tarihsel bir kırılmanın sesi.
Ama ikisi de aynı soruya yanıt arıyor:
“İnsan neden yaşar ve göğün altında nereye yürür?”
Maniheizm’in sessiz izleri,
Zerdüştlerin ateşten arınması,
Hint at ritüellerinin Altay’da yankılanması,
Yahudi golem mitinin, Yakut mezarlarında fısıltıya dönüşmesi…
Hepsi bu büyük senfoninin parçaları.
Bir halkın değil,
insanlığın ortak efsanesi.
Tengri sustuğunda Ay konuşur,
Ay unutulduğunda Tengri hatırlanır.
Ve gök her zaman,
aynı soruyu yankılar:
“Beni kim hatırlayacak?”
Belki bir kayanın üzerindeki işaretle,
belki bir şamanın duasında yankılanan adla,
belki bir çocuğun göğe bakarken sustuğu anda…
Kimi zaman Tengri deriz,
kimi zaman Ay…
Ama hep göğe yazarız içimizdekini.