Doç. Dr. Çağlar Erbek
Bozkırın kalbinde bir sessizlik vardır; ama bu sessizlik, durgunluğun değil, devinimin sessizliğidir. Ufka kadar uzanan sarı otların arasından esen rüzgâr, yalnızca toprağı değil, insanın ruhunu da şekillendirir. Çünkü bozkırda biçim, yaşamın kendisinden doğar; sabit değildir, sürekli değişir, akar, dönüşür.
Göçebe insan, doğayı izleyen değil, onunla birlikte hareket eden bir varlıktır. Atının yelesinde, kartalın kanadında, rüzgârın yönünde kendi varlığını hisseder. Bu yüzden onun sanatı, durağan değil; ritmik, döngüsel ve nefes alan bir sanattır. Her çizgi, bir kalp atışı gibidir; her motif, doğanın bir anlık nabzını tutar.
Bozkırın sanatında biçim, doğayı kopyalamaz. Doğa zaten sanatın kendisidir. İnsan, onun ritmine kulak verir ve onu çizgiye dönüştürür. Spiral, dalga, zikzak… Bunlar yalnızca süs değil, evrenin nabzını taşıyan imgelerdir. Her kıvrım, varlığın sürekliliğini, her dönüş, yaşamın yeniden doğuşunu anlatır.
Bir bozkır sanatçısı için taş ya da bronz, ölü madde değildir. Onlar, içinde rüzgârın ve güneşin izini taşıyan canlı yüzeylerdir. Sanatçı, o yüzeye biçim verirken aslında kendi iç dünyasını da ritmik bir dansa çağırır. Bu dans, yüzyıllar boyunca aynı enerjiyi taşımış; bir geyik boynuzunda, bir at geminde, bir kemer tokasında hep yeniden hayat bulmuştur.
Bozkır estetiği, bize bir şeyi öğretir: Hareket, güzelliğin özüdür. Durağan olan, bozkırın dilinde yoktur. Güzellik, rüzgârın yön değiştirdiği, çizginin kıvrıldığı, hayatın kendi kendini yeniden kurduğu o anlarda doğar.
Bu yüzden bozkır sanatı, yalnız bir geçmiş değil, bir felsefedir. Her motifiyle insana fısıldar:
“Denge, durarak değil; akarken bulunur.”
Rüzgârın şekil verdiği taşta, göçebe ellerin sabırla işlediği desenlerde hâlâ o bilgelik yaşar. Ve biz bugün, modern dünyanın hızında savrulurken bile, o çizgilerin içinde evrenle yeniden uyum kurmanın estetiğini bulabiliriz.
