Adı Milton Bearden. 1940
doğumlu. Emekli bir CIA ajanı. 1986-1989 yıllarında Pakistan, Afganistan
bölgesinde üst düzeyde görev yaptı.
Sovyetler Birliği’ne karşı savaşan Afgan mücahitlerini destekledi.
Geçtiğimiz günlerde yayınlanan Andrei Kondrashov’un “Afgan” isimli belgesel
filminde ilginç açıklamalarda bundu.
Afganistan’da görev yaptığı
dönemde bir haber ortaya atıldı. Habere göre Sovyetler Birliği ordusu
Afganistan’da bombalı oyuncaklar atıyordu. Oyuncakları alıp oynayan çocuklar
bombanın patlamasıyla ölüyor, yaralanıyorlardı. Şüphesiz ki bu yalan bir haberdi.
Ama kısa sürede tüm dünyaya yayıldı. Etkili bir propaganda aracına dönüştü. Bearden
bu yalan ama son derece etkili haberin bir gazetecinin buluşu olduğunu söyledi.
Fikir bir gazetecinindi ve çok tutmuştu. Siyasiler için bulunmaz bir nimet
oldu.
O dönemde yayınlanan yalan
haberler bununla sınırlı değildi. Sovyet ordusunun kimyasal silah kullandığı
yönünde yalan haber furyası vardı. Bearden bunların hiç birinin doğru
olmadığını ama dünyanın birçok yerinde yayınlanan gazetelerde, dergilerde
sürekli bu yönde çıkarılan haberlerle insanların buna inandırıldığını söylüyor.
Bearden bu ve benzeri yalan haberlerin soğuk savaş döneminin en yaygın
oyunlarından olduğunu söylüyor. Ona göre “yalan” bu savaşın bir taktiği ve
önemli bir parçasıydı.
Irak işgali için gerekçe gösterilen
kimyasal silahları hatırlayalım. Hergün bas bağ bağırıyorlardı. Saddam’ın
elinden biran önce bu kitle imha silahları alınmalıydı. İşgal gerçekleşti.
Saddam asıldı. Ama tüm ülke didik didik edilmesine rağmen tek bir kitle imha
slahı bulunmadı. Ama artık bunun bir önemi yoktu. Asıl amaca ulaşılmış, Irak
işgal edilmiş, orduları dağıtılmış, yüz binlerce Iraklı katledilmiş, devlet
başkanı asılmış, petrol kaynakları kontrol altına alınmış, ülke 3 parçaya
bölünmüş, kuzeyde yeni bir devlet oluşumu tesis edilmişti.
Gezi olayları sırasından
birden bire bir iddia ortaya atıldı. İddiaya göre başörtülü ve çocuklu bir
kadın Kabataş’ta belden yukarıları çıplak, ellerinde eldiven, başlarında siyah
bandana bulunan 70-100 kişilik bir gurup tarafından saldırıya uğramış, darp
edilmişti. Bununla da yetinmeyip üzerine idrarlarını yapmışlardı. Hükümet ve
hükümete yakın çevreler bu iddiayı meydanlarda, toplantılarda, basın
açıklamalarında sürekli yüksek sesle dile getiriyordu.
Basın dünyasından pek çok isim
bu iddiayı programlarına, satırlarına taşıdı. O kadar yazıldı, o kadar
konuşuldu ki insanlar ateş olmayan yerden duman çıkmaz deyip iddialar ne kadar
uçuk kaçık görünse de doğru olabilir mi diye düşünmeye başladı. Hatta bu
gazetecilerin bazıları olayı doğrulayan kamera görüntülerini izlediklerini bile
iddia ettiler. Vali’nin bile görmediği o görüntüleri bazı gazeteciler izlemişti
ve görüntüler dehşet vericiydi.
Saldırıya uğradığını iddia
eden kadınla ropörtajlar yaptılar. Saldırıyı yapanları lanetlediler. Gezi
eylemcilerini suçladılar.
İsmet Berkan, Eyüp Can, Elif
Çakır, Balçiçek İlter, Nihal Bengisu Karaca, Abdülkadir Selvi, Aslı Aydıntaşbaş,
Rasim Ozan Kütahyalı, Nagehan Alçı, Mustafa Karaalioğlu, Mustafa Akyol, Esra
Elönü, Cemile Bayraktar, Halime Kökçe, Meryem Gayberi… Liste uzar gider. Bu
haberi parlatan, vurgulayan, dile getiren gazetecilerin sayısı o kadar çoktu
ki...
Şimdi olay gününün kamera
kayıtları ortaya çıktı ve görüldü ki aslında iddia edilenlerin hiçbiri doğru
değilmiş. Ne saldırı, ne taciz, ne üstüne idrar yapma ne yarı çıplak,
eldivenli, siyah bandanalı adamlar.
Bir başka “sarı yağmur”
furyası da yine Gezi olayları sırasında göstericilerin sığındıkları bir camide
içki içtikleri, uygunsuz davranışlar sergilediği iddiasıyla geldi. Bu yağmur
diğeri kadar uzun süre devam ettirilemedi çünkü gerçek bir din adamı olan cami
imamı iddiaları yalanladı ve camide içki içilmediğini söyledi. Ben din
adamıyım, yalan konuşamam diyerek gerçeği söyleyen din adamının ödülü sürgüne
gönderilmek oldu.
Ne bu iddiayı ortaya atan,
ne de zorda kalınca bununa sarılıp meydanlarda bağırarak propaganda yapan
siyasiler değil asıl sorun. Asıl sorun bu sarı gazetecilik
anlayışı.
Görevi halka gerçekleri
anlatmak olan gazetecileri “sarı yağmurlar” yağdırması. Kim planın parçasıydı,
kim bilerek, isteyerek yaptı, kim çıkar elde etti, kim kandırıldı bilemem.
Bildiğim tek şey Türkiye’de gazetecilik hiç bu kadar onursuzlaştırılmamıştı.
Abdi İpekçi’lerin, Uğur
Mumcu’ların neden yok edildiklerini yeniden sorgulamak zorundayız. Uğur Mumcu
gazeteciliğinden günümüzün “sarı gazetecilik” batağına nasıl sürüklendiğimizi
sorgulamalıyız. Gazetecilik onurunu yeniden ayağa kaldırmalı, korkmadan,
yılmadan halka gerçekleri anlatmalıyız.
Umutsuz değilim. Aksine
umudum her geçen gün yeniden yeşeriyor. Çok iyi bir gazeteci nesil geliyor. Çok
iyi gazetelerin, televizyonların, haber sitelerinin ayak sesleri duyuluyor.
Gerçek gazetecilere, gerçek habercilere,
gerçek aydınlara, namuslu köşe yazarlarına selam olsun.
Çağlar
Erbek
16
Şubat 2014